29 Mayıs 2015 Cuma

                                           SPORDA EK GIDA KULLANIMI
      Dünyada ve ülkemizde hızla gelişen ve özellikle genç bireylerin daha sıkı ve fit bir görüntüye sahip olmak için vücut geliştirme, fitness gibi spor dallarına duyulan ilgi her gün daha da artmaktadır. Kasların daha hızlı gelişmesi için protein tüketimi en önemli faktördür. İyi bir beslenme sıkı antrenmanlar sonucunda kas kütlesinin göz dolduracak şekilde gelişmesi mümkündür. Bu gelişmenin daha hızlı olmasını isteyen kişiler protein tozu gibi ek gıdalara başvurmaktadır. Protein kullanımının doğrumu yanlışmı olduğu konusunda birçok görüş ortaya atılmaktadır. Sporda protein kullanımı zararlarını ya da yararlarını Akdeniz Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu Uzmanı Mehmet Eröz ile konuştuk.
  Vücut Geliştirmede Proteinin Önemi
    Bilindiği üzere protein kas oluşumu için önemli bir besin bileşenidir. 80 kiloluk bir sporcunun günde 200 gram üzerinde protein alması gerekir. Aksi takdirde vücut kendini harcamaya başlar ve bu durumda sporcu için hayal kırıklığına ve istenmeyen bir durumun ortaya çıkmasına sebep olur. Böyle durumlarda yeterli protein takviyesi alamayan kişiler protein tozlarına yönelerek daha kolay yoldan vücut geliştirmeye çalışmaktadır. Ağırlık çalışmayan genç bir kişi ile yaşlı bir kişi aynı kas kütlesine sahip değildir çünkü yaşlandıkça vücuttaki protein dereceleri hızla düşüşe geçer. Protein yönünden eksik beslenen kişide bağışıklık sistemi bozukluğu, hızlı kas kaybetmeye ve yaşlılık sürecinin hızlanmasına yol açmaktadır. Yani proteinler ağır antrenman sonrası zarar gören hücreleri tamir eder ve vücudun direncini arttırır.
Protein Tozu Kullanımı
   Aslında protein tozu kullanımı sporcu için yararlı bir takviyedir. Ancak bazı durumlarda olumsuz sonuçlar ya da bazı hastalıkları getirdiğini görmekteyiz bunun en önemli sebebi protein tozunu doğru bir şekilde kullanmamak. Gıda takviyesi kullanırken beslenmemize de dikkat etmemiz gerekir. Sağlıklı bir şekilde beslenme, düzenli uyku ve bol su tüketimi verimin artmasına ve olası istenmeyen durumların ortaya çıkmasına engel olur. Özellikle protein tozu kullanımın belirli bir düzene ve doza göre alınması daha fazla fayda sağlayacaktır. Örneğin antrenmana başlamadan önce ve antrenmandan sonra alınan protein tozu sporcuya daha fazla direnç ve güç sağlar.
Protein Tozlarının Olası Yan Etkileri Nelerdir?
    Öncelikle her şeyin fazlası zarardır. Protein tozunu kullanırken daha hızlı verim almak ve kas kütlesini hızlı bir şekilde geliştirmek için günlük dozajı aşmamamız gerekir, bu dozajı aştığımızda belirli sağlık problemlerini de beraberinde getirebilir. Bu ürünleri kullanmayı düşünüyorsak ilk önce uzman bir doktora danışmalıyız çünkü piyasada birçok çeşit kaliteli ve kalitesiz ürünler bulunmakta. Daha sonra alacağımız üründeki şeker oranını iyi araştırmalı ve ölçülü bir şekilde günlük tavsiye edilen dozajın üzerine çıkmamalıyız.
   Dozajın fazla kullanımı birden fazla hastalığı beraberinde getirebilir. Bunlar; böbrek yetmezliği; protein aşırı kullanıldığı zaman böbrekler bu yükü eritmeye çalışır ve böbreklere çok fazla yük biner bu durumda böbrek yetmezliği ortaya çıkabilir. Karaciğer hastalığı; protein tozu karaciğere negatif etki yapabilir, aşırı tüketimden dolayı mide üstünde ağrı, cilt sarılaşması gibi durumlar da gözlenebilir. Yüksek miktarda kullanım sindirim sistemi bozukluğuna sebep olabilir, düşük lif içeren besinlerle birlikte kullanıldığında kabızlık sorunu da görülmektedir. Ayrıca aynı şekilde aşırı kullanım kalori artışına sebep olabilir. Aldığımız dozajı antrenman esnasında yakmamız gerekir.
Protein Tozu Kullanmadan Vücut Gelişir mi?
   Vücut geliştirme sporuyla uğraşan kişilere ilk etapta yani 2-3 aylık bir süre ek gıda kullanımı tavsiye edilmez bunun yerine doğal besinler kullanarak gelişim sağlanması önerilir. Doğal besinler içinde yumurta, et türleri, bitkisel ürünler ve özellikle balık tüketimi sporcuya ilk etapta ihtiyaç duyduğu protein gereksinimini saplayacaktır. Bu spora başlamadan önce vücut değerlerimizi öğrenmeli vücudun günlük karbonhidrat, protein ihtiyacını öğrenmemiz gerekir ki elimizdeki verilere göre ihtiyacımız olan beslenmeyi doğru bir biçimde yapabilelim. Yani yağlı yiyeceklerden uzak durarak, protein bakımından zengin besinler tüketerek uzun vadede verimli sonuçlar almamız mümkündür.

                                                                                                                               Hacı Mehmet Yiğit

                          CAN GÜVENLİĞİ OLMAYANLAR CAN KURTARAMAZ
        Günümüzde şiddet kavramı üzerinde en çok durulan konulardan ve toplumsal sorunların en başında gelmektedir. Günlük yaşantımızda şiddet olgusunu farklı biçimleriyle olabildiğine çok görmekteyiz. Bunlar psikolojik, ahlaksal, siyasal ve bedensel yönleriyle ele alınabilir.
      Şiddet kavramının en çok karşılaşıldığı alanlardan biriside sağlık alanında çalışanlara karşı yapılan bedensel ve psikolojik şiddettir. Sağlık çalışanlarına karşı şiddetin nedenleri arasında birden fazla etken vardır. Uzmanlara göre sağlık politikalarında görüş birliğinin olmaması, sağlık alanında ki hizmetlerin toplumsal bir olgudan saparak ticarileştirilmenin önüne geçilemeyişi gibi durumlar şiddetin tırmanışını daha da körüklemektedir. Sağlık çalışanlarının muhatap olduğu kişilerin hasta ya da hasta yakınları olduğu bu sebepten dolayı hastalık kaygısı ölüm endişesi, sakatlanma, gerginlik, psikolojik bozukluğu ve madde kullanımı olan kişilerle karşılaşıldığı ve bu durumda olan insanların şiddete eğiliminin normal insanlara göre daha fazla görüldüğü ortaya koyulmaktadır.  
        Hasta ve hasta yakınlarının karşılaştıkları kurallara ve prosedürlere karşı fazla tepki gösterdiği, hasta haklarının kullanılmasında çıkan sorunların sıklıkla şiddete dönüşebildiği belirtilmektedir.
       Antalya Eğitim ve Araştırma Hastanesinde Uz. Dr. İsmail TAŞCI İLE yaptığımız röportajla sağlıkta şiddeti ve nedenlerini ve çözüm önerilerini sağlık çalışanlarının görüşleri doğrultusunda ortaya koyduk.
Sağlıkta şiddetin sebepleri nelerdir?
      Öncelikle ülkemizde 80 milyona yakın acil servis başvurusu bulunmaktadır. Günde 1000 kişi muayene edilen acil servislerde bekleyen insanların memnuniyetsizliği ve triaj (hasta önceliğinin belirlenmesi) kurallarına uyulmaması gibi durumlar şiddetin en önemli nedenidir. Tabi bunun yanında hasta yakınlarının sabırsız davranışları ve aşırı istekte bulunuşu, davranış bozukluğu olan hastaların triaj bilincinde olmaması, özgüven olgusu, bilgi eksikliği, personelin çalışma saati ve personel yetersizliği gibi durumlar hastanelerde ve diğer sağlık kuruluşlarında şiddete yönelime sebep olmaktadır. Bunun yanında sistemle ilgili sorunlarda göz ardı edilememelidir.
       Acil servisler çoğu hastanelerde yetersiz kalmakta, personel azlığı hasta ve personel arasındaki iletişim yetersizliği yine sonucunda şiddete dönüşmekte. Gözlemlerimizden yola çıkarak en önemli ve ivedilikle halledilmesi gereken sorun hastane acil servislerindeki yoğunluğu azaltabilmek ve triaj bilincini topluma empoze etmektir. Ayrıca sağlık alanında çalışmak bir çok risk taşımaktadır. Hastalardan bulaşabilecek hastalıklar, kesici, kimyasal, biyolojik envanterle iç içe olmak gibi durumlar doktorlarda bir çekinmeye de sebep olmaktadır.
Şiddette medyanın rolü nedir?
      Bazı basın yayın kuruluşları hasta ve hekim arasındaki bağı koparırcasına yayınlar yapmaktadır. Devamlı karşılaştığımız manşetlere baktığımızda; hastayla ilgilenmeyen doktor, yine yanlış tedavi ve ölüm, hastane hastayı kabul etmedi gibi manşetlerle yapılan haberler toplumda bir genellemeye neden olmakta ve hasta sağlık kuruluşuna bu haberlerin yarattığı psikoloji ile gelmektedir. Bu da sağlık çalışanlarına olan güveni azaltmaktadır. İstisnai durumlar elbette olmaktadır.
         Her iş kolunda olduğu gibi Sağlık alanında çalışan personelin içinde psikolojik, ailevi, sosyal sorunları olan insanlarda vardır bizler idareciler olarak bu gibi durumlarla karşılaştığımızda müdahale ediyoruz ve gerekli tedbirleri almaya özen gösteriyoruz. Bu nedenle haberlerin daha dikkatli yapılması gerekir toplumu yanlış yönlendirmemeye dikkat edilmesi gerekir.
Şiddete sonucu oluşabilecek sorunlar nelerdir?
         Şiddete uğrayan sağlık çalışanı her insan gibi çevresine karşı kendini mahcup hisseder. Bu bağlamda bazı travmatik ve psikolojik sorunlar ortaya çıkmaktadır. Bu durum sağlık çalışanını mesleğini bırakmaya kadar götürmektedir.
       Şiddete uğramış bir doktorun kendine güvenme hissi, mesleğinde kendi becerilerinde eksiklik hissi, depresyon, utanma, eleştirilme, işe gelme korkusu, mesleğinde verimliliğin azalması ve şiddet sonucu ölümle sonuçlanan vakalarla karşılaşmaktayız. Bu bağlamda şiddetin yarattığı sonuçlar şiddete uğrayan çalışanın hayatını tüm yönleriyle etkilemekte ve meslekte verimi azaltmakta kurumlara olan güveni zedelemektedir.
Sağlıkta şiddetin önüne nasıl geçebiliriz?
      Öncelikle bizler sağlık çalışanları olarak şiddetin her türlüsüne karşıyız şiddet başlı başına bir insanlık suçudur. Özellikle sağlık alanında maruz kalınan şiddet olaylarına tümüyle karşıyız. Bu konuda öncelikle kamuoyu oluşturarak toplumu bilgilendirmeliyiz, hasta-doktor iletişimini sağlamalıyız. Şiddete uğramış bir hastada sağlık çalışanı da yine bir sağlık kurumunda tedavi olacak bunun bilincinde olmalıyız. Şiddetin önüne geçmek için; Kriz yönetimini doğru kullanmalıyız öfkeli bir kişiyi sakinleştirme konusunda iyi bir iletişim kurulmalı, güvenlik önlemleri yeterli derecede olmalıdır, acil servislerdeki yoğunluğu azaltacak çözümler üretilmelidir, hukuki alanda hekime yapılan şiddete caydırıcı cezalar verilmeli, sağlık alanında yapılan dönüşümler vatandaşa doğru bir biçimde duyurulmalıdır, birliktelik, sendikalaşma yaygınlaştırılmalıdır.
     Şiddet toplumsal bir sorundur ve sağlık alanındaki şiddette toplumsal sorunlarla birlikte düşünülmelidir.  Sonuç olarak sloganımız can güvenliği olmayan can kurtaramaz. Toplumda her türlü şiddeti kınıyoruz.

                                                                                                                                    Hacı Mehmet Yiğit
                                                        ZEHİR SOLUYORUZ.

      Antalya kış aylarında ısınma amaçlı yakılan kömür ve yüksek basınç etkisiyle ciddi derecede hava kirliliği yaşamakta. Antalya’nın özellikle kış aylarında hava kirliliği oranları DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü) ve AB (Avrupa Birliği) sınırlarının çok üzerindedir. Yaşanan hava kirliliğinin en büyük nedenleri olarak; motorlu taşıtlarda kullanılan yakıtlar, 5500 kilokalorilik değer üzerinde kullanılan ısınma amaçlı kömürler ve çarpık kentleşme. Antalya Türkiye’nin en hızlı göç alan 4. Şehri konumunda ve buna bağlı olarak çarpık kentleşme yaşanmakta ve önüne geçilememektedir. Çarpık kentleşme beraberinde çevresel sorunları da getirerek insan sağlığı açısından tehdit oluşturan sorunlara neden olmakta. Özellikle toplu taşıma araçlarının kullanımına yönelik yetersiz teşvikler, araç egzozlarından ciddi oranlarda NO2-O3 gazlarının salınımına neden olmaktadır. Bu gazlar, tahriş edici solunum yolu hastalıklarına neden olan başlıca etken maddelerdendir. Antalya motorlu taşıt ve kişi başına düşen motorlu araç sayısında 4’üncü astım rahatsızlığında ise 3’üncü sıradadır.
Hiçbir Şey Değişmedi.
      Kış aylarında şehre giren kömürün kalitesini belirleyen Mahalli Çevre Kurulu toplantısında ısınma amaçlı yakılacak kömürün 5500 kilokalorilik kömür olacağı kararlaştırıldı. Mahalli Çevre Kurulu’ndan çıkan kararı değerlendiren Makine Mühendisleri Odası (MMO) Antalya Şube Başkanı Hüseyin Barut, bu kararla havanın yine kirli olacağını söyledi. Barut, “MÇK geçen yıl aldığı kararın aynısını almış. Bu da demek oluyor ki hava yine aynı şekilde kirli olacak. Hiçbir şey değişmedi. Geçen yıl 3 ay çalıştık, paneller, yarışmalar, etkinlikler düzenledik, hava kirliliğini gündemde tuttuk. En azından bir iyileştirme söz konusu olsa ‘bir destek sağladık’ diyeceğiz ama onu da sağlayamadık. Bu konuyla ilgili artık basın açıklaması bile yapmak istemiyorum” dedi. Antalya’daki hava kirliliğinin yüksek olduğuna dikkati çeken MMO Şube Başkanı Hüseyin Barut, kentin coğrafi yapısının kirli havanın dağılmasına izin vermediğini, bu nedenle de halkın kirlilikten çok daha fazla etkilendiğini dile getirdi.
Kirli Hava Sağlık Sorunlarını Tetikliyor.
    Hava kirliliğinin insan sağlığı üzerindeki etkileri; kirli havanın solunması, özellikle akciğer dokularını tahrip edici ve öldürücü olabilmektedir. Solunum yolu ile alınan hava içerisindeki parçacıklar ve duman, teneffüs esnasında yutulur ve akciğerlere kadar ulaşır. Solunum sisteminin derinliklerinde depolanan bu parçacıklar, akciğer kanserlerine kadar varan hasarlar yapabilmektedir. Diğer taraftan kömür ve diğer yakıtların yanmasından oluşan duman ve isin astım, çeşitli burun ve boğaz hastalıkları hatta mide hastalıkları gibi özellikle solunum yolları ve KOAH gibi hastalıklara belirli ölçüde sebep olabileceği öne sürülmektedir. Şiddetli hava kirliliğine maruz kalınması durumunda, bunun insan sağlığına olan etkisi ile hava kirliliğinin düşük miktarlarına, uzun zaman maruz kalmanın etkileri farklı olmaktadır.
Kömür Antalya’yı Kirletiyor.
    Antalya’da hiç kimsenin havanın temiz olduğunu söyleyemeyeceğini belirten Barut, “Antalya’da hiç kimse ama hiç kimse ‘Kışın hava temizdir’ diyemez. Bugün yeni gelen Valimiz Muammer Türker, burada kışı belki yeni yaşayacak ama Antalya’daki hava kirliliğini bizden ve yanındaki danışmanlardan aldığı bilgiler doğrultusunda kabul etmiş. Raporlarımızda Antalya kömür için kirleniyorsa ki bizim yaptığımız iki panel var. Bunlardan bir tanesi de geçen senedir. Kömür ciddi anlamda Antalya’yı kirletiyor. Bunun çözümü kömür kullanmayalım. Doğal gazı yaygınlaştıralım, elektrik kullanımına yönlendirelim. İhtiyacı olan ailelere kömür dağıtılıyorsa, böyle bir şey de olacaksa, kömür vermeyelim. Hane başına muhtarlar tespit etsin, ayda 50 lira, 100 lira elektrik yardımı yapılsın. Valimiz de bu kararı hazırlayıp Bakanlar Kurulu’na göndereceğini söyledi” diye konuştu. miktarının aynı olmasına dikkat edilmeli. Kömür parçalarının büyüklüklerinin 40 santimden küçük olup olmadığına dikkat edilmeli.

Hacı Mehmet YİĞİT
              ZORLU SÜREÇ KANSER

     Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) Kanser Çalışma Grubu; geçtiğimiz haziran ayında yapılan 200’ü aşkın bilim insanının katıldığı “Ulusal Kanser Politikaları Çalıştayı” raporunu hazırladı. Rapora göre Türkiye de her yıl 162 bin kanser vakası ortaya çıkıyor ve 140 bin kişi kanser yüzünden hayatını kaybediyor.
8 Milyon İnsan Kanserden Ölüyor
    Çalıştay’da kanser vakaları, kanserle ilgili tıbbi sorunlar, kanser hastalarının sorunları, kanserde palyatif tıp, temel ve klinik onkoloji alanındaki sorunlar, kanser ve etik, kanser ilaçlarının üretimi ve hastaların erişimindeki sorunlar gibi 15 farklı masa kuruldu ve çalıştay da bu sorunlar ele alındı. Raporda, Türkiye’de her yıl 162 bin kişide genetik veya çevresel kanser vakası ortaya çıkıyor. 140 bin kişi ise kanserden yaşamını yitiriyor. Dünyada ise 14 milyon vakanın ortaya çıktığı ve 8 milyon insanın kanserden öldüğü açıklandı.
Kanserden Korunma ve Tanı
      Raporda kanserden korunma ve erken tanı yöntemlerine, hayata geçirilmesi gereken uygulamalara yer verilmiştir. Ülkemizde analitik epidemiyoloji alanındaki çalışmaların azlığına değinilmiş bu alanda çalışma yapabilmek için, Kanser Kayıt Merkezlerinin sayısının çoğaltılması öngörülmüştür. Türkiye’nin kanser araştırmaları konusunda ABD ve Avrupa’nın çok gerisinde olduğu vurgulanmış, kanserde palyatif bakım merkezlerinin kurulması ve tıp etiği eğitiminin Sağlık Bakanlığı tarafından önünün açılması gerektiği vurgulanmıştır. Bu konuda bürokratik engellerin en aza indirilmesi gerektiği belirtilmiştir. Ülkemizde Onkoloji hemşireliğinin de önemine vurgulanmış, onkoloji hemşireliğinin erken tanı ve eğitim alanındaki başarıları da dünyadaki gelişmeler ile benzer şekilde ilerlemektedir. Bu anlayışı yaymak amacıyla ülkemizde Onkoloji Hemşireliği Derneği kurulmuştur. Bu dernekle hemşireler; erken tanı, kanser eğitimi, toplumu kanser hastalığı konusunda daha fazla bilgilendirmek, ulusal ve uluslararası alanda ortak çalışmalarla kanser konusunda daha fazla farkındalık sağlamaktadır. Kanser hastaları için, kanser eşittir ölüm gibi algılamalar bilimsel ve teknolojik tedavilerle kısmen değişmiş olsa da sürmektedir. Hasta organik rahatsızlıkları yanında kanser tanısıyla psikolojik açıdan da olumsuz etkilenmektedir. Bazı sigorta şirketleri de kanser tanısı konulmuş bireye sağlık sigortası yapmayı reddetmektedir. Bu gibi durumlar kanserde etik konusunu gündeme taşımaktadır.
Kanserde Akademik Eğitim
     Raporda, Dünyada kanserin hala en önemli Halk Sağlığı Sorunu olduğuna değinilmiş ve akademik olarak Radyasyon Onkolojisinin geliştirilmesi ve bu alanda yapılacak çalışmaların önünü açılması gerektiği vurgulanmıştır. Radyasyon Onkolojisi alanındaki hekim sayısının çoğaltılması, kanser ile ilgilenen kişilerin yeterli onkoloji eğitiminin sağlanması, kullanılan tıbbi cihazların yeterli donanım eve eğitimi olan kurumlarda kullanılması, onkoloji alanında mecburi hizmetin kaldırılması özendirici politikalar uygulanması, kanser eğitim hemşireliğinin yaygınlaştırılması gibi politika önerileri hazırlanmıştır.
Kanser Hastalarına Destek Sağlansın
     Türkiye Bilimler Akademisi, İş kaybına uğrayan hastalara gerekli maddi desteğin sağlanılması, sosyal imkânlardan yararlanabilmek için engelli kartları gibi kartların verilmesi, kanser hastalarının çocuk sahibi olabilmesi için sperm ve yumurtaları dondurulsun dedi. Tedavi gören hastalarda kısırlık oluşuyor bu sebepten dolayı SGK kapsamında bu hastaların spermlerinin alınarak daha sonra çocuk sahibi olmalarını sağlayacak düzenlemelerin getirilmesi gerektiği belirtilmiştir. Hastanın vefatı sonrasında, tedavi sürecinde oluşan maddi yükler ve borçlar, eşiyle çocuklarına kalıyor. Eş ve çocuklarda depresyon gibi hastalıklar oluşuyor bunların yaşanılmaması için devlet geride kalan eş ve çocuklara maddi destek sağlamalı.  Geçtiğimiz yıllarda kanser konusunda hastaların motivasyonunu yükseltmek amaçlı ve farkındalık yaratmayı amaçlayan kamu spotları, sosyal aktiviteler hatalara moral olmaktadır. Uzmanlar özellikle meme kanserinde 50 yaş üstü kadınların 1-2 yılda bir taramalarını yaptırmalarını ve klinik muayeneden geçmelerini önermektedir.
                                   
                                       KANSERİN ARTIK BİR OKULU VAR

      Küresel bir sorun olan kanser hastalığı Dünya’da ve ülkemizde kalp damar hastalıklarından sonra 2. ölüm sebebi. Dünyada yılda 15 milyon insan kanser vakasıyla karşılaşmaktadır ve Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) araştırmalarına göre 2035 yılında 25 milyona yakın kanser vakasının ortaya çıkacağından söz edilmektedir. Ülkemizde ise yılda ortalama 70 bin insan hayatını kaybetmektedir. Erkeklerde en fazla tütün ve alkol kullanımına bağlı akciğer kanseri, kadınlarda ise meme kanseri vakaları görülmektedir.
     Antalya Büyükşehir Belediyesi ve Medstar Hastanesi ortaklığında halkı kanser hastalığı konusunda bilinçlendirmek, kanserin yenilebilir bir hastalık olduğunu ve kanser kaygısını azaltmak için kanser okulunda;  meme, akciğer, prostat kanseri gibi kanser türlerinin anlatıldığı, erken tanının önemi ve alternatif tıp alanında her ayın ilk Perşembe günü vatandaşları bilgilendirici eğitimler verilmekte. Kanser Okulu eğitimcilerinden onkoloji uzmanı Prof. Dr. Saim Yılmaz sorularımızı cevapladı.
      Kanser Okulu Nedir?
    Yılmaz; öncelikle Kanser Okulu Medstar Hastanesi ve Antalya Büyükşehir Belediyesi işbirliği ile kurulmuş, toplumdaki kanser algısını geliştirmek ve pekiştirmek, topluma kanser hastalığının çeşitlerini, nedenlerini ve bu hastalıkla nasıl savaşılması gerektiğini bilgilendirmek amaçlı kurulmuş bir tıbbi kuruluştur. Kanser okulu kanserin tek başına tıbbi bir mücadele olmadığını aynı zamanda bunun sosyal ve çevresel faktörlerini de ele alarak, topluma kanseri en iyi şekilde tanıtmayı ve bu düşmanla savaşmanın yöntemlerini empoze etmeye çalıştığımız bir okuldur.
     Kanser Okulunun Amaçları
     Bizim amacımız aslında kanserle mücadele de kullanılan tıbbi yöntemler dışında, toplumu kanser konusunda daha fazla bilgilendirmektir. Bunun yöntemi nasıl diye soracak olursanız kanser kendi başına bir hastalık değil ilk etapta eğitime bununla başlıyoruz. Kanserin 200 çeşidi var hastalara ve bu riski taşıyan insanlara hastalığı daha iyi tanıtmamız gerek, özellikle Antalya hızla büyüyen metropol bir şehir haline gelmekte ve beraberinde hastalık verileri de artmaktadır. Bu şekilde nüfus oranı çok olan şehirlerde hastalık oranları da yüksek olmaktadır. Bizim amacımız kanserde önceden teşhis ve doğru yönlendirmeyle 60 binin üzerinde insanı kliklere almadan hastalığı yok etmek. Bu sebepten dolayı hastalığın türlerini ve sebeplerini topluma empoze etmeliyiz. Kısaca bizim amacımız kanseri klikler dışında da halka anlatmak, kanser korkusunu yok etmek ve nasıl mücadele ederiz sorusunun stratejisini oluşturmaktır. Bu işin stratejisini oluştururken salonlarda birinci ağızdan kanseri tanıtmak ve nasıl mücadele etmeliyiz sorusunun cevabını, uzmanlar tarafından dillendirilmesini istedik.
    Kanser Tanısı ve Yönlendirme
    Kanser teşhisini yaparken ilk yapmamız gereken doğru adımı atmaktır, doğru adımda doğru tanıyı beraberinde getirmektedir. Doğru tanıyı koyamadığımız zaman hiçbir faydası olmadığı gibi hastaya zarar bile verebilir. Kanser hastalığında doğru tanı için öncelikle hastanın hangi şikayetlerle geldiğini görmek lazım ki eğer kanserse hangi türden kanser bunun tanısını koymamız lazım. Bizim amacımız düşmanla savaşmaksa düşmanı çok iyi tanımalıyız ki ona uygun silahlarla karşılık verebilelim. Bazı kanser tipleri çok ağır şekilde karşımıza çıkmaktadır, örneğin akut lösemi hastalığında hastayı günler içinde kaybederken diğer lösemi çeşitlerinde hasta 10-15 yıl hastalıkla mücadele etmekte. Bu yüzden kanser çeşitli ağırlıkta karşımıza çıkabilir bizde bu şekilde pozisyon almalıyız. Çok ağır bir hastalığa basit müdahalelerle yaklaşırsak ya da hafif bir tümöre ağır ilaçlarla müdahale edersek hastaya daha ciddi yan etkisi olan hastalıklarla baş başa bırakabiliriz bu yüzden nasıl bir hastalıkla mücadele ettiğimizi doğru biçimde tanımlamamız gerekiyor. Tanı koyduğumuz zaman yönlendirme daha kolay ve hızlı olmaktadır.
Kanser Tedavisinde Alternatif Tıp
   Ülkemizde yıllık 400 bin yeni kanser vakası ortaya çıkmaktadır. Kanser vakalarının yüzlerce çeşidi var ve yayılım göstermektedir. Tedavi edilmediği zaman ölümle sonuçlanmaktadır. Hastalıkla mücadele ederken ağır durumlarda radyoterapi ve kemoterapi tedavisi uygulanmakta bu uygulamalar bazı durumlarda sağlam hücrelere de zarar verebilmekte, bu yüzden daha az yan etkili tedaviler sunmaya çalışıyoruz. Verdiğimiz yenilikçi tedavilerle örneğin her 10 kadında görülen meme kanserinde 9 unu yaşatabiliyoruz, erkeklerde de prostat kanserinde hastalıktan kurtulmalarını alternatif tıp sayesinde başarabiliyoruz. Ancak akciğer kanseri gibi durumlarda hastayı kurtarmak daha zor olmakta, bu da bizi tamamlayıcı tıbba yönlendirmektedir. Tamamlayıcı tıp kemoterapi ya da radyoterapi gibi tedavilerde oluşan ağrı, iştahsızlık gibi durumları bitkisel ve doğal ürünler kullanarak aşmayı sağlamaktadır.
Psikolojik Tedavi
     Hastaya tıbbi yaklaşımların dışında farklı motivasyonunu yükseltecek tedavi şekillerini de göz ardı etmememiz gerekir örneğin; hipnoz, sanatsal etkinlikler, müzik, masaj aroma teknikleri dahil olmak üzere bu tedavi yöntemlerinin işe yaradığı ve hasta üzerinde olumlu etkiler yarattığı dünyanın en güvenilir onkoloji merkezleri tarafından doğrulanmıştır. Bu yöntemler hastanemizde de uygulanmakta ve ciddi derecede hastaya motivasyon sağlamakta. Bizler Medstar kanser merkezi hekimleri olarak psikolojik tedavinin etkili bir tedavi yöntemi olduğuna inanmaktayız bu yüzden merkezimizde yoğa, koro, kemoterapi ve sanat merkezi gibi birimler oluşturduk.
Dersler ve Katılım
      Prof. Dr. Yılmaz; doğrusunu söylemek gerekirse bu işe ilk girdiğimizde bu kadar ilginin olacağını düşünmemiştik. Katılım düşündüğümüzden daha fazla ve toplum kanser hakkında bilgilenmeye meraklı bunu her ders zamanında salonun dolu olmasıyla anlayabiliyoruz. İlk sunumumda bizim bir dershane açmamız gerektiğini salonlara sığmadığımızı büyük bir gururla söylemiştim.
   
   
 

Hacı Mehmet Yiğit


            EYVAH FOMO OLDUM!
Sosyal medyada ne kadar faalsiniz? Günde kaç saatinizi internete ayırıyorsunuz? Bazen internette sörf yapmak, günlük aktivitelerinize engel oluyor mu? Eğer bu sorulara verdiğiniz cevaplar sizi korkutuyorsa, siz de Fomo'ya yakalanabilirsiniz.

Herkes, çevresindeki insanların nerede ne yaptığını merak eder, düşüncelerini sorgular ve öğrenmek ister, hayatlarındaki değişimleri görmek ister. Bu insanın motivasyonunu etkilese de, zamanla hızlanan bilgi akışı takip ettiğimizden daha fazlasını kaçırır hissine kapılmamıza neden oldu.
FOMO gelişmeleri kaçırma korkusu olarak tanımlanıyor. Bu hastalık üzerine Prof.Doc.Dr Nevzat Tarhan'la bir röportaj hazırladık. Nevzat Tarhan 1975 yılında İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'ni bitirdi. 1982 yılında GATA'da psikiyatri uzmanı oldu. Şuan nöropsikiyatri alanında görevini yürütmekte.
Nevzat Tarhan FOMO hastalığının "gelişmeleri kaçırma korkusu" olarak tanımlıyor. Ancak psikolojide böyle bir tanımlamanın olmadığını, FOMO'nun popüler psikoloji tanımı olduğunu ifade etti. Özellikle 'nomofobi' olarak bilinen FOMO, bağımlılık derecesinde telefon kullanma durumudur. Bu durumun insanın kontrol duygusuyla ilgili korku durumu olduğunu söyleyen Tarhan “Her insanda bir kontrol duygusu vardır. Nasıl fiziksel bütünlüğün kontrolü kaybolduğu zamanlarda vücutta ağrı oluşuyorsa, psikolojik bütünlük de bozulunca korku oluşuyor. Son teknolojik ilerlemelerle beraber toplumda, sanal alemde daha fazla yer edinebilmek gibi bir kültür oluştu. Twitter’da yazdıkları retweet yapılmayanlar, ‘Sanal ortamda yer alamadığım zaman kendimi kötü hissediyorum’ diyenler ya da Facebook’ta yeterince beğeni almayanlar kendilerini kötü hissediyorlar. Çünkü kendilerini onaylanmamış ve kabullenilmemiş hissediyorlar.” diye ifade etti.

 Z kuşağında daha fazla görülüyor
Teknolojinin çok ilerlediği, iletişim araçlarının her gün yenilendiği günümüzde sosyal medya bağımlılığı şeklinde sosyalleşen insanların 5-10 yıl içinde özel bir hastalığa yakalanma ihtimalleri çok yüksek. Bu nedenle bilgisayarla fazla zaman geçirenler, sanal dünyada sosyalleşen kişiler ileriki zamanlarda psikiyatrik bir sendroma yakalanabilirler. 
Genç kuşakta yaygın olarak görülen FOMO'nun erkeklerde kadınlara göre daha sık rastlanıyor. FOMO'nun Z kuşağında daha sık görüldüğünü söyleyen Tarhan "Z kuşağı; her şeyi kolay elde etmek istiyor. Bu kuşak, özgürlüğüne tutkulu olan, hayatın zorluklarını çekmemiş, her şeyi kolay elde etmiş bir kuşak. Sanal âlemi zevk olarak, ilgi alanı olarak seçiyorlar." diye ifade etti.
Tarhan, FOMO tüm meslek gruplarında sık görülebilecek bir hastalık ancak mesleği gereği bilgisayarda vakit geçirmek zorunda olanların, bilgi işlemcilerin ve yazılımcıların bu hastalığa yakalanma risklerinin yüksek olduğunu söyledi.

Tedavi sürecinde uygulanacak yöntemlerden bahseden Tarhan, kişiye özel tedavi metotlarının uygulandığını belirtti. FOMO olan hastalarının olduğunu belirten Tarhan tedaviden sonuç alındığını şöyle ifade etti: "Tedavide sonuç alınıyor. Hekim ve danışan uyumu çok önemli. Öncelikle uyumu önemsiyoruz. Sonrasında planlanan tedavi ayakları uygulamaya sokularak kısa sürede sonuca ulaşılıyor."

Yüz Yüze İletişim Çok Önemli!

İnternetin hayatımıza ne kadar etki ettiğini fark etmemiz çok önemli. Bunun dışında satın alma duygusunu bastırmak ve iç mutluluğa kulak vermekte faydalı olabilir. İnsanın sosyalleşmesine vurgu yapan Tarhan, sosyal medyadaki paylaşımlarımızı azaltmamıza değinerek "Kişiler sadece sanal ortamlarda sosyalleşmemeli, insan ilişkilerinde yüz yüze iletişim de çok önemli. Kişilerin tek ilgi alanları sadece bilgisayar ve sanal ortam olmamalı… Kendilerine başka ilgi alanları bulmaları gerekiyor.  Doğa yürüyüşü, arkadaşlarla vakit geçirme gibi aktivitelere katılmak da çok önemli…  Yani mutlaka bilgisayar başından kalkmak lazım. Bu bağımlılığa yakalanmamak için internet ya da bilgisayar kullanımı kontrollü olmalı..." diyerek sözlerini sonlandırdı.
      KOKU EŞİĞİNİZİ ÖLÇTÜRDÜNÜZ MÜ?
Koku 5 duyu organımızdan birisi... Dış ortamla iletişimimizi sağlar, o ortamda bulunup bulunmayacağımıza karar vermemize yarar. Bu yüzden en dış moleküllerimizden, içimizdeki üremeyle ilgili moleküllere kadar tüm yapılanma içerisinde kimyasal sinyal algısı düzenlenmiş ve bu sperm hücresinde de, yumurta hücresinde de görülebilir. Koku duyusunun bileşenlerine baktığımızda, Kulak Burun Boğaz (KBB) alanında incelenen organ burundur. Hepimiz burun bir nefes alma organıdır deriz ama burnun koku alma organı olduğunu unuturuz. Burunla başlayan koku alma mekanizması beynin koku alma bölüme giderek son bulur. Bu noktada dikkat edilecek husus, koku kaybının nelere yol açacağıdır. Bu konuda Opr. Dr. Aytuğ Altundağ ile görüştük ve koku kaybının pek çok hastalığın belirtisini taşıdığını gördük.
Koku duyusunun kaybına baktığımızda da görme bozukluğu olan bireyin, görme bozukluğu var demek için onun tamamen görme engeli olmasını beklemeyiz. Koku duyusunun da hangi seviyede bozulduğu önemlidir. Kokudaki kayıpların oranına göre de çeşitli hastalıklar öncesinde tahmin ediliyor. Özellikle alerjiyle ilgili hastalıklar veya nörolojik hastalıklar, alzeimer, parkinson gibi hastalıkları öncesinde farketmek çok mümkün.
Koku kaybının yaşandığı dönemde tat alma duyumuzu da kaybettiğimiz söyleyen Aytuğ Altundağ sözlerine devam etti: " Özellikle nezle veya grip olduğumuzda ağzımızın tadının tuzunun olmadığından bahsederiz. Çünkü kokusunu alamadığımız yiyeceklerin hepsini tadı aynıymış gibi gelir. Kokuyla tadın birleştiği bölüm lezzettir. Lezzetle tadı ayırmak gerekiyor. 5 temel tat duyumuz vardır. Bunlar ekşi, tatlı, tuzlu, acı ve umami tatdır.Bir japon araştırmacı tarafından bulunan umami tat Çin ve Japon mutfaklarındaki yemeklerin tatlarını tanımlayan bir duyudur. Siz karabiberle tarçını farklı bir lezzet algısıyla algıladığınızda orada aromatik tadın algısını yaşıyor olursunuz. İşte burada koku devreye girer. Her molekülün bir kimyasal dizilimi vardır. Her dizilimde beynimize farklı koku çağrışımları olur. O yüzden nezle veya grip olduğumuzda koku algımız azalmışsa, yediğimiz yemeklere daha çok tuz, şeker katmaya çalışırız."
Geniz eti ameliyatının iştah açtığına değinen Altundağ "Çocuklarda geniz eti çok önemlidir. Geniz eti burnun arka boşluğundaki bölmeyi tıkayarak çocukların lezzet algısını bozar ve aynı zamanda iştah düzeyini bozar. O yüzden geniz eti ameliyatı yaptığımız zaman çocukların iştahı daha çok açılır. Çünkü değişik lezzetleri tatmış olur. Aynı şekilde burun hastalığı olan insanlarda ameliyat öncesi ve sonrası iştahlarında değişmeler olur." sözlerini kaydetti.
KOKU KAYBI BAŞKA HASTALIKLARIN HABERCİSİ
Koku kaybı yaşayan hastalar, koku kaybı yaşadığını belirli bir dereceden sonra algıyabiliyor. Bu durumun geç farkedilmesi çeşitli hastalıkların sinyalinin erken teşhis edilmemesine neden oluyor. "Ben koku alıyorum diyen bir çok insan, test yaptığımızda koku bozukluğu yaşadığı ortaya çıkıyor. İlk olarak cinsiyete göre koku skorları farklıdır. Kadınlar daha iyi koku alırlar. Özellikle adet dönemlerinde bu oran artar. İkincisi yaşa göre koku alma seviyemiz değişir. Yaşın artmasıyla birlikte koku kaybımız oldukça azalır. İnsanlar kokuları karıştırabilir ya da koku algısı yoktur. Kokuları karıştırmak daha çok psikolojik ve nörolojik hastalıkların belirtisi olabilir. Mesela parkinson hastaluğından 4 yıl önce hasta koku kaybı yaşamaya başlar. Bu çok önemli bir ayrıntıdır. Psikolojik hastalıklarda da bu ayrıntıyı yaşıyoruz. Mesela, şizofreni rahatsızlığında, hasta, olmayan kokuları algılayabiliyor. Ortamda hiç koku yokken koku algıladığını söyleyebiliyor veya kötü koku algıladığını söyleyebiliyor. Bu yüzden koku algısında bozukluk varsa, hasta başka hastalıkların sinyalini veriyor. Özetle koku kaybı başka hastalıkların habercisi olabilir."
Hiç koku almayan bir bireyin, yaşamında karşılaşacağı hayati tehlikelere dikkat çeken Altundağ, " Koku bizim beslenme davranışlarımızı, çevresel kaçınma davranışlarımızı düzenliyor. Yani hiç koku alamayan bireyin evinde yangın riski daha fazladır. Doğal gaz kaçağını farkedememesi gibi hayati problemler yaşanabiliyor. Aynı zamanda bizim sosyal davranışlarımızı düzenliyor. Çünkü koku almadığımızda kendi kokumuzu da algılayamayız. Kendi kokumuzu algılayamadığımız zaman temizlik kaygısı gibi sorunlarla sosyal ortamlarda kendimizi yetersizmiş gibi hissederiz. İnsanlar genelde bu durumu kabul ediyorlar ve diğer duyularını kaybetmekten daha geride bir duyu olarak düşündükleri için bununla yaşamayı kabul ediyorlar. Tabii koku kaybının nedeni olan hastalıkların teşhisi de güçleşiyor.
Kafa travmaları en sık koku kaybının yaşandığı olaydır. Bu nedenle hastaların geçmiş yaşantılarında böyle bir durumla karşılaşıp karşılaşmadıkları önemlidir.
Koku kaybı yaşayanların, bu sorunun üstüne giderek aşılabileceğini söyleyen Altundağ " Koku kaybı yaşayan insanlar, bunun eksikliğini çok fazla yaşıyor. Koku almak keyif verir. Sevdiğimiz bir kokuyu algıladığımızda anılarımıza geri dönüyoruz. Koku kaybı yaşayanların gün içerisinde  koku egzersizi yapmalıdır. 2 yıl boyunca koku alamayıp, bir süre sonra koku almaya başlayabilirler. Bunun içinde koku mekanizmasını çalıştırmak gerekiyor. Mesela bir görme tembelliği var. Bunun için çalışan gözü kapatıp diğer gözün çalışması için egzersiz yapılır. Aynı şekilde burnu da sürekli aktive etmek, koku sinyalini göndermek lazım. Mesela uyku problemi olan hastalarıma, gece yatmadan önce rahatlatıcı kokular koklatıyorum. Böylece gece uykuları daha sağlıklı ve kaliteli oluyor. Bu durum sakinleşme ve akciğer mekanizmlarının gelişmesini sağlıyor." diye ifade etti.

Koku testlerinin önemini vurgulayan Altundağ, koku eşiğinin ölçülmesinin önemli olduğunu ifade etti. Koku kaybı yaşadığını fark etmek önemli bir ayrıntıdır. Bunun için koku eşiği testinin her bireyin yapması gerekiyor.
                                           TIP MÜHENDİSİLİĞİ
Karabük Üniversitesi'nde bir ilk... Tıp Mühendisliği... 2013-2014 eğitim- öğretim yılında Karabük Üniversitesi'nde açılan bu bölüm hakkında, bölüm başkan yardımcılığını sürdüren Yrd.Doc.Dr Özden İşbilir ile bir röportaj gerçekleştirdik.
Tıp Mühendisliği; tıp, malzeme mühendisliği, makine mühendisliği, bilgisayar mühendisliği, elektrik-elektronik mühendisliği, fizik, kimya vb. disiplinler arası çalışma alanına sahip olup değişik alanlarda tıpla ilgili cihazların tasarımı, üretimi ve işletilmesi, malzemelerin araştırılması ve sentezlenmesi ve sistemlerin tasarlanması ile ilgilenen mühendislik dalıdır.
Sağlık sektöründeki tıbbi cihaz ve ekipmanların yurtdışında temin edildiğine ve bu durumun ülkemiz için olumsuzluğuna değinen İşbilir bölümün açılmasındaki etkileri ifade etti: "Sağlık sektöründe özellikle tıbbi cihaz ve ekipmanlar ilgili çeşitli raporlar incelendiğinde ülkemizin ihtiyacının çok önemli kısmını (%85-90) yurt dışından temin ettiği görülmüştür. Bu durum sağlık, ekonomik ve bilimsel açılardan ele alındığında ülkemiz için son derece olumsuzdur. Sağlık sektöründe dışa bağımlılığı gören Sayın Rektörümüz Prof. Dr. Burhanettin Uysal yurt dışında nasıl olduğunu inceledikten sonra bu bölümü kazandırmaya gayret göstermiştir. YÖK'nun olumlu cevabının ardından ülkemizin ilk Tıp Mühendisliği bölümü açılmıştır."
Bu bölüm 1 sene hazırlık eğitmiyle başlıyor. Daha sonra bölüm derslerine geçiliyor. Disiplinlerarası br bölüm olan Tıp Mühendisliği, dersleri bakımından çok geniş bir yelpazeye sahiptir. Tıp alanından anatomi, fizyoloji, tıbbi terminoloji gibi pek çok dersin yanı sıra çeşitli mühendislik alanlarının dersleri de bünyesinde barındırıyor. "Makine mühendisliğinden teknik resim, dinamik, mekanik, akışkanlar mekaniği; elektronik mühendisliğinden devre analizi, elektronik, sinyal ve sistemler, mikroişlemciler; malzeme mühendisliğinden malzeme bilimi, triboloji, vb.; bilgisayar mühendisliğinden programlama, ileri programlama, bilgisayar destekli modelleme ve mühendislik vb. derslerimiz bulunmaktadır. Elbette tüm bu farklı alanları birleştirerek öğrencilerimizin daha iyi anlamasını sağlayacak biyomekanik, biyomalzemeler, tıbbi cihaz tasarımı gibi bölümümüze özgü derslerimiz de bulunmaktadır."
350 Öğrenci bu bölümü okuyor
Bu bölümü okuyan öğrenci sayısına değindiğimizde, merkezi sınavla 80 öğrenci %30 İngilizce ağrılıklı 2.öğretim programına dahil olup 70 öğrenci %100 İngilizce ağırlıklı 1.öğretim programına alınmaktadır. " İnsan hayatına katkı sağlamak isteyen, sağlık sektöründeki mühendislik uygulamarını bir adım ileriye götürmek isteyen her öğrenci başvurabilir." diyen İşbilir, hazırlıktaki öğrencilerde dahil şuan an bu bölümde yaklaşık 350 öğrenci olduğuna dikkat çekiyor.
Disiplinlerarası Bir Bölüm
Bölüm öğrencileri tıbbi dersleri de görüyor diyerek sözlerine devam eden İşbilir "Öncelikle bölüm olarak disiplinler arası bir bölüm olduğumuzun altını çizmeliyim. Tıp ve Mühendisliği birleştiren bir bölüm olarak uygulama alanı olduğundan çeşitli tıbbi dersleri veriyoruz. Bunun yanısıra makine mühendisliği, elektrik-elektronik mühendisliği, malzeme mühendisliği, bilgisayar mühendisliği, fizik ve kimya gibi temel bilimlerden çeşitli teorik ve uygulamalı derslerle geleceğe hazırlıyoruz. Programımızın %25'ini uygulama saatleri oluşturmaktadır. Bunun yanısıra son senede bitirme tezi yapmaları gerekmektedir. Öğrencilerimiz derslerin yanısıra çeşitli kulüp aktiviteleri ile ilgilenebilmektedir."
Neden Köklü Bir Üniversitede Açılmadı
Öğrencilerden alınan olumlu ve olumsuz tepkilere değinen İşbilir " Olumsuz olarak neden Karabük Üniversitesi'nde açıldı, neden daha köklü bir yer açmadı şeklinde oluyor. Genellikle olumlu olan tepkiler bu alandaki açığı görenlerden olmaktadır."
Öğrencilere staj imkanı da sağladığını söyleyen İşbilir "Öğrencilerimizin 2 zorunlu stajları bulunmaktadır. İlki 2.-3. sınıf arasındaki yaz tatilinde olacak şekilde üretim-tasarım üzerine bir staj. İkincisi ise 3,-4, sınıflar arasındaki yaz tatilinde uygulama yerleri olan sağlık kuruluşlarında planlanan bir staj. Yeni bölüm olduğumuz için öğrencilerimiz henüz bu aşamalara gelmediler." diye ifade etti.

Bölüm öğrencilerinin çalışma hayatı konusunda görüşlerini belirten İşbilir "Öğrencilerimizin bu konuda değişik alternatifleri bulunmaktadır. Özel sektörde tıbbi cihaz üretimi, tasarımı üzerine firmalarda mühendis ve ilerleyen zamanlarda değişik pozisyonlarda yönetici olarak çalışabilirler, kendi yerlerini kurabilirler. Bunun yanı sıra üniversitelerde, araştırma merkezlerinde görev alabilirler. Son olarak kamuda değişik yerlerde (örneğin hastaneler, sağlık kuruluşları, Sağlık Bakanlığı'nın çeşitli birimleri) görev alabilirler. Kamu kısmı konusunda şu anda mezun olmadığı için bir alım yada ilan doğal olarak bulunmamaktadır ancak zamanla olacaktır." diyerek sözlerini tamamladı.


TOPRAK, BUZ, SAÇ YEME : PİKA HASTALIĞI

Yeme bozukluğu her bireyin karşılaşabileceği ciddi bir hastalıktır. Çağımızın hastalığı obeziteden tutun, fazla kilo kaybı gibi pek çok yeme bozukluğu psikolojik etkilerin görüldüğü rahatsızlıklardan oluşuyor. Yeme bozuklukları bireyin içinde bulunduğu ortamın, yaşadığı travmaların sonucu olarak farklı tutumlara sebep olabilir. Bunlardan bazıları aşırı yemek yeme, sınırsızca yeme hissi; farklı olarak yeme hissinin azalması, yediğini kusma, zayıf görünme hissi, beğenilme kaygısı gibi durumlar etken gösterilir. Bunların dışında fizyolojik nedenler, vitamin ve mineral eksiklikleri gibi durumlarda da yeme bozuklukları sıklıkla görülmektedir.

Yeme bozukluklarının pek çok çeşiti olmasına karşılık, Pika hastalığı diğer yeme bozukluklarından ayrışıyor. Pika hastalığı üzerine yaptığım bu röportajda, yeme bozukluğu üzerine çalışmalar yapan psikolog doktor Feyza Bayraktar ile bu hastalığın gelişimini ve tedavisini konuştuk. Bayraktar, 2003 yılında Boğaziçi Üniversitesi Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık bölümünü bitirmiş. Daha sonra New York Üniversitesi Uygulamalı Psikoloji Bölümü yüksek lisans programını bitirerek master derecesini aldı. Princeton Üniversitesi Yeme Bozuklukları Merkezinde klinik çalışmasını bitirdikten sonra klinik psikoloji dalında doktora eğitimini tamamladı. Yüksek lisans eğitimi sırasında özellikle yeme bozuklukları, obezite psikolojisi ve kadın psikolojisi üzerine yoğunlaştı, bu alanlarda araştırma görevlisi olarak çalıştı.

Yeme bozukluğunun nedenlerini sıralayan Bayraktar "Yeme bozuklukları en fazla ölüm oranına sahip psikolojik rahatsızlıklardır.  Yeme bozuklukları altında yatan sebep tamamen psikolojiktir. En büyük sebebi öz değer eksikliği ve buna bağlı olarak gelişen görüntüye gerektiğinden fazla önem vermektir. Hayat değişimleri, kişinin kendini hayatı üzerinde kontrolsüz hissetmesi, yas, kayıp ve kronik rahatsızlıklar, mutsuz ilişkiler, hayır diyememek, sınır koyamamak, duyguları ifade edememek, mükemmelliyetçi yapı, gerçekçi hedefler koymamak ve kendini baskı altında hissetmek yeme bozuklukları sebepleri arasındadır. Yeme bozukluklarının bir çok türü vardır. Tipik ve atipik olarak iki grupta değerlendirilebilir. Tipik yeme bozuklukları psikiyatri referans kriterlerine uyan yeme bozukluklarıdır; anoreksiya nervoza, bulimiya nervoza ve tıkınırcasına yeme bozukluğu bu grupta yer alır. Diğerleri de bu grubun dışında kalanlardır. " diye ifade etti.

Pika hastalığı
Toprak yeme, buz yeme gibi yenmemesi gereken şeylerin yenmesi sonucu oluşan bu hastalığın vücuda zararları çok büyük. Pika hastalığının psikolojik olarak nüksettiğini söyleyen Bayraktar sözlerine devam etti: "Pika, yiyecek özelliği olmayan şeylerin yiyecek olarak tüketilmesi olarak tanımlanan bir yeme bozukluğudur. Özellikle çocukluk döneminde seyreden bu yeme bozukluğu aynı zamanda erişkin bireylerde de görülmektedir. En yaygın olanları ise toprak, buz ve saç yeme olarak tanımlanabilir. Son yıllarda yapılan araştırmalar pika’nın öğrenme güçlüğü, gelişimsel bozukluklar ve kandaki demir eksikliğine bağlı seyredebilmesi durumlarına ilişkin bulguları içermektedir."

Takıntılı yeme davranışı Pika'nın tetikleyicisidir
Pika'nın yanlış yeme eğilimi olan insanlarda tetikleyici olduğunu söyleyen Bayraktar "Pika tek başına bir yeme bozukluğu olarak psikiyatrik tanı kriterleri kılavuzunda yer alan yeme davranım bozukluğudur. Elbette diğer yeme bozukluğu türlerine baktığımızda, özellikle anoreksiya nervosa (şişmanlama korkusu sebebiyle yemeden kaçınma ve/veya az miktarlarda yemek yeme, kişinin kendisini aç bırakması, bulimiya nervosa (kişinin kısa zaman içerisinde yüksek kalorili besinler tüketip sonrasında kendini kasıtlı olarak arındırması-kusma, aşırı egzersiz ya da ilaç kullanarak-), tıkınırcasına yeme bozukluğu (kişinin kısa sürede, normal yeme hızının çok üzerinde bir hızlı yüksek kaloriler tüketmesi, kontrolünü kaybetmesi ve sonrasında hissettiği pişmanlık duygusu) ve seçici yeme bozukluğu ile karşılaştırdığımızda belli türde ve yiyecek olmayan şeylere yönelimin olması ve bunları yeme isteği sebebiyle yeme eyleminde bir davranım bozukluğu olduğunu söylememiz mümkün. Tüm yeme bozuklukluklarının tetikleyici faktörü olarak kabul edebileceğimiz takıntılı yeme davranışı ve yeme eyleminin yanlış ilişkilendirilmesi pika’da da karşımıza çıkmaktadır." diye ifade etti.

Çocuklarda daha sık karşılaşıyoruz
Demir eksikliği olan Pika hastalarının, demir eksikliğinin artmasıyla bu hastalığın etkisinin daha da arttığını söyleyen Bayraktar sözlerine devam etti: "Araştırmalara baktığımızda pika çoğunlukla hamile bayanlarda ve okul öncesi dönem çocuklarında karşımıza çıkmaktadır. Bunun en önemli sebeplerinden biri de vücutta belli vitamin ve/veya minerallerin eksikliği olarak saptanmıştır. Bu konuda yapılan araştırmalar pika görülen bireylerde demir eksikliğine bağlı olarak bu davranışın artış gösterdiğini öne sürmektedir. "

Bayraktar Pika hastalığının psikolojik nedenlerini şöyle sıraladı:
        Hamilelik ve bu dönemin getirdiği duygusal-psikolojik değişimler
        Olumsuz ebeveyn tutumu
        Kültürel olarak pika hastalığının bir hastalık olarak görülmemesi (özellikle Afrika ülkelerinde bu durum bir rahatsızlık olarak görülmemektedir)
        Çocuklarda görülen pika hastalığı, çocuğun strese maruz kaldığı zaman rahatlama yöntemi olarak başvurduğu bir başa çıkma davranışı olabilir
        Ebeveyn ihmali
        Karmaşık aile yapısı
       Ebeveyn-çocuk iletişim problemleri

Pika genetik bir hastalık mıdır?
Bu hastalığın genetik faktörlerinin de olduğunu belirten Bayraktar: "Pika tek başına genetik faktörlerle kendisini göstermez, fakat pika görülmesine sebep olabilecek vitamin ve mineral eksikliği genetik faktörlerden etkilenebileceği için dolaylı yoldan genetik bir altyapısı oluşmaktadır. Ayrıca pika hastalığı obsesif-kompülsif bozukluk (takıntı-zorlantı bozukluğu) olarak tanımlanan kaygı bozukluğu ile ilişkilendirilmektedir. Bu kaygı bozukluğu türü ise genetik   faktörlerden etkilenebilen psikiyatrik bozukluktur. Bu iki faktörü göz önünde bulundurduğumuzda pika hastalığının genetik faktörlerden dolaylı olarak etkilenebileceğini söylemek mümkündür." dedi.
Bayraktar Pika'nın evrelerine ilişkin şunları kaydetti: "Çocukluk döneminde ilk olarak kendisini göstermeye başlar. Uzun süreli olmayabilir, fakat farklı psikolojik faktörler eşliğinde (stres, kaygı, duygudurum bozuklukları gibi) kendisini tekrar edebilir. Çocukluk döneminde rastlanması sebebiyle ebeveyn gözetimi büyük önem taşır. Bununla ilgili olarak ilk etapta tıbbi tetkiklerin yapılmasında yarar vardır, çünkü öncelikle herhangi bir fiziksel sebepten ötürü pika hastalığının ortaya çıkıp çıkmadığını tespit etmek müdahaleyi netleştirmek açısından önemlidir."

Pika hastalığına bağlı olarak yenen şeyler vücuda etki olarak zarar gösterir.

        Çocuklarda pika hastalığı sebebiyle tüketilen nesneler zehirlenmeler sebebiyle beyin hasarlarına ve öğrenme güçlüğüne yol açabilir.
        Sindirilemeyen nesneler sebebiyle kabızlık görülebilir. Bunun dışında nesneler boşaltım ve sindirim sistemi kanallarını yırtabilir.
       Çamur ve toprak yenmesi sebebiyle bakteri ve parazit oluşmasına bağlı enfeksiyon gelişebilir.

Pika hastalığının tedavisi mümkün
Pika tedavisi kapsamlı bir tedavi olmakla birlikte öncelikle durumun psikolojik sebeplere bağlı olup olmadığını netleştirmek için ilk ve en önemli adım olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle demir eksikliğine bağlı olarak gelişen pika hastalığının farmakolojik müdahalesinin başlamasıyla kişiye davranışsal yöntemler temel alınarak terapötik müdahale uygulanabilir.
Bunun dışında pika hastalığı aynı zamanda gelişimsel bozukluklarda, şizofrenide ve obsesif-kompülsif bozukluk vakalarında karşımıza çıkabilecek bir yeme bozukluğudur. Bu noktada yapılacak müdahale yine arka plandaki psikopatolojiyi tedavi edici gerekli yöntemler uygulanarak gerçekleştirilmelidir.

Bireyler bu hastalığı ciddiye almıyor
"Dünyadaki örneklere baktığımızda pika hastalığının görülme oranı tespit edilememesi sebebiyle veya kişilerin bu şikayetten dolayı tedavi talebinde bulunmamalarından dolayı çok yüksek değildir. Aynı şekilde Türkiye’de de bu durum kişilerin bu durumu ciddi bir rahatsızlık olarak algılamamaları sebebiyle çok fazla değil, fakat psikolojik destek anlamında yardım talebinde bulunan yeme bozukluğu olan bireylerde vaka esnasında çocukluk dönemine ilişkin veya şu anki duruma bağlı pika hastalığı olduğu paylaşımlarından ortaya çıkabilmektedir. 18-36 ay bebeklerde pika görülme oranı %50’lerde seyrederken bu durum o süreçte normal kabul ediliyor. 36 aydan daha büyük çocuklarda ise durum süreklilik gösteriyorsa bu anormal bir yeme davranışı olarak kabul edilmektedir."

Hastalarından birinin yaşadığı süreci şöyle anlattı: "Depresyon şikayeti ile gelen bir danışanım paylaşımları esnasında içinin sürekli yandığını hissettiğini ve bu zamanlarda buz yediğini dile getirmişti. Bunu çok sık yaptığını ve genellikle akşam saatlerinde bunu hissettiğini söylemişti. Bunun yaklaşık 3 yıl boyunca kendisinde olduğunu ve buz yiyerek hem sinirlerini yatıştırdığını ve serinlediğini ifade etmişti. Bunun bir hastalık olduğunu söylediğimde ise oldukça şaşırmıştı. Sonrasında kendisini gerekli ölçümleri yaptırması için tıbbi bir laboratuvara yönlendirerek kan değerlerini ölçtürmesini istedim. Tabii ki kan değerlerinde demir ve B12 eksikliği olduğu tespit edildi. Psikoterapi ile birlikte demir ve B12 anemileri için tedaviye başlandı ve seans esnasında yanma hissinin azalmaya başladığını ve daha az buz tüketmek istediğini fark ettiğini dile getirdi."

                                                                                                   GİZEM DOĞAN
                                                                                                                                                                                                    
UMUT TACİRLİĞİNİN ÖNÜ AÇILDI
Sağlık Bakanlığı, 27 Ekim 2014 tarihinde “Geleneksel ve Tamamlyıcı Tıp Uygulamaları” adında bir yönetmelik yayımladı. Bakanlık, yönetmelik ile Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamaları için kurulan araştırma merkezlerinde tedavilerin yapılacağını belirtti. Bu yönetmelikle birlikte “sülük tedavisi, akapuntur tedavisi, lavra tedavisi” gibi tedaviler yasal uygulama haline geldi. Bu uygulamaların tıp alanına etkileri, sakıncaları, uygulanabilir yöntemleri hakkında Antalya Tabip Odası Başkanı Profesör Doktor Ertan Yılmaz ile görüşme gerçekleştirdik.
İdeolojik boyutu var
 Sağlık Bakanlığı’nın önünü açtığı bu uygulamaları bir karikatür örneğiyle anlatarak sözlerine başlayan Prof. Dr. Ertan Yılmaz şunları söyledi: “Bir karikatür vardır internet ortamında… Karikatürde, binlerce yıl önce hastaya al bu otu çiğne deniyor. Daha sonraki yıllarda bu ot olmaz, al bu iksiri iç deniyor. İksir işe yaramayınca al bu büyüyü, muskayı kullan denilir. Çağ değişmiştir ve tıp gelişmiştir; hastaya bu büyü olmaz al bu hapı iç denir. Daha sonra gelişen tıp ile modern görünümlü bir hekim, ‘Bu hap yaramaz bu genetik tedavi ve aşıyı uygula’ der. O kadar yıl ve gelişen tıptan sonra biri çıkar, çağlar öncesine geri dönerek tekrar al bu otu çiğne der. Olayın ideolojik boyutu derken bunu kastediyorum.”
Biz bilimsel araştırmaları referans alırız
Prof. Dr. Yılmaz, bilimsel veriler üzerinden konuşmak istediklerini ve tıp alanında tüm dünyada her gün on binlerce çalışma ve araştırmanın çıktığını ifade etti ve sözlerine şöyle devam etti: “İlaçlarla, hastalıklarla, tanı yöntemleriyle ilgili farklı farklı bilimsel çalışmalar yapılır. O çalışmaların hepsine biz evet doğrudur şeklinde yaklaşmayız. O çalışmalar havuzda birikir ve sonra işin uzmanı olan ekipler alanlarına göre bu çalışmaların tedavi edici etkilerini karşılaştırarak araştırırlar. Daha sonra bu araştırmalarla çalışmalar kendi içerisinde derecelendirilirler. Sonra ‘çift kör plasebo kontrolü’  yapılır. Yani bu şu demektir: hastanın kullandığı ve doktorun verdiği ilacı bilmiyor olması; gerçek ilacın yanında dış görünümü aynı olan boş maddenin bir çalışma sonrası verilmesi ve bir başka hakemin ‘şu gruba bu ilacı vermişsiniz ve bu gruba boş ilaç vermişsiniz, bunların sonucu şudur’ diye istatistik ortaya koymasıdır. Bu en değerli çalışmadır. Hasta sayısı yüksekse onun kanıt değeri daha yüksektir. Sonrasında kontrollü çalışmalar vardır. Daha sonra ben bu ilacı kullandım ama kontrolü yok diye nitelendirilen tedavinin kanıt değeri daha zayıftır. Yani tıp alanında bir ilacın tedavi olarak kabul edilme aşaması ciddi ve çalışma gerektiren aşamalardan oluşur.”
“Komşum içti iyi oldu” anlayışı kabul edilemez
Yönetmelik ile sonuçları henüz kanıtlanmayan tedavilerin uygulanır hale geldiğini söyleyen Prof. Dr. Yılmaz, “Bir kişinin üzerinde denenen ve iyi sonuç verdi diye tedavi olarak kabul edilen yöntem doğru değildir, ‘Komşum içti iyi oldu’ anlayışı kabul edilemez” dedi. Konuyu daha detaylandıran Ertan Yılmaz şu noktalara dikkat çekti: “Örneğin avokado yaprağı kaynatılarak hastaya suyunu içirdik iyi oldu diye avokado yaprağının kaynatılması tedavi olarak kabul edilemez. Siz bu uygulamayı birden çok kişi üzerinde denemeniz ve avokado yaprağının suyu yanında avokado kokusunu içeren başka bir su vererek denemeniz gerekiyor. Ancak birçok aşama ve veriden sonra sonuç olumlu olursa ve siz bu tedavinin uygulanış şeklini, yan etkilerini net olarak ortaya koyarsanız tedavi kabul edilebilir. Öğrenciye biz bunu anlatırız. Şu tedavide biz bu ilacı kullandık al sen de bunu kullan demeyiz. Araştırma, çalışma ve sonrasında kanıtlanmış verileri sunarız.”
Doktorlar sadist değil
Prof. Dr. Ertan yılmaz hiçbir hekimin hastası ızdırap çekerken, hastasına kullanmakta olduğu klasik ilaçlar çaresiz kaldığında alternatifini kullanmayalım demediğini ifade etti ve sözlerine şöyle sürdürdü: “Ancak bunun bir yöntemi, kontrolü ve bilimsel değeri vardır. Tedaviye kanıt değeri en yüksek olan ilaçtan başlarız ama tedavi gerçekleşmeyebilir. Sonra biraz daha güçsüz olan, makalelerin desteklediği diğer ilaçlara geçeriz. Bunlardan da sonuç alamayabiliyoruz ve bazen tükeniyoruz. Her hastalığın çaresi var diyemiyoruz, çaresiz kaldığımız zamanlar olabiliyor. O aşamada yurt dışında şu aşamada şu ilaç kullanılmıştır, bu ilacı kullanmak istiyoruz diye Sağlık Bakanlığı’ndan onay da istediğimiz oluyor. Hastam benim gözümün önünde acı çekerken ben, alternatif bir tedavi yöntemi var ise onu bilerek vermemezlik edemem. Ama verirken bilimsel kanıtlara dayalı olmak isterim. Yani kanıt değeri yüksek bir tedavi var iken diğer tedaviye yönelmem. Hekimlikte en önemli nokta hastanı tedavi edemiyorsan zarar verme anlayışıdır.”
Umut tacirliği yapılıyor
Yanlış tedavilerden dolayı hastaların hastanelere şiddetli kötüleşmiş vaziyette geldiklerini belirten Dr. Yılmaz, kötü uygulamaları şu şekilde ifade etti: “Akıl almaz uygulamalar deneniyor. Mesela domuz ödünün ve karaciğerinin, kirpinin etinin, tavuk dışkısının tedavi olarak kullanılması gibi uygulamalarla karşılaşıyoruz. Yani bizim karşılaştığımız uygulamaları aklınız almaz. Keşke Sağlık Bakanlığı’nın çıkardığı uygulamalar bunlarla sınırlı kalsa. Bunların birçoğunun bilimsel kanıtı yokken öne çıkarılması çok tuhaf. Biz birçok hastaya bilimsel olarak kanıtlanmış ilaçları reçete edemezken, Sağlık Bakanlığı ve Sosyal Güvenlik Kurumu bu ilaçlara izin vermezken anlaşılmaz bir şekilde bilimsel değeri tartışılır, kanıtı henüz olmayan veriler uygulanabilir hale getiriliyor. Bunu ‘Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp’ diyerek uygulamalara izin verirseniz umut tacirliği yaparsınız.”
Denetim yapamazlar, bu sözde kalır
“Üniversitelere araştırma desteklerini sıfırlatanlar ne değişti de ‘Araştırma Merkezi’ adında bu alana kaynak sağlıyor anlaşılır gibi değil” dedi ve şöyle devam etti: “İnsanlar oraya ‘bana istediğiniz kadar sülük yapıştırın, beni istediğiniz gibi tedavi edin’ diyerek denek olarak mı gidecek oraya? Şu an birçok kuaförün elinde ‘tıbbi cihaz’ oyuncak edilmiş durumda. Kuaförler lazer cihazını kullandıklarını afişlerle, internet reklamlarıyla bir nevi kendi kendilerini ihbar ederek kullanırken, bunlara herhangi bir önlem alınmazken, bunlar denetlenemiyorken o merkezlerin denetlenebilmesi bana komik geliyor. Denetleyeceğim demek çok kolay ancak söylemekle sonuç alınamıyor. Ayrıca bakanlık izin verdi diye geleneksel adı altında ‘kanseri tedavi ediyoruz’ şeklinde asılan afişler daha da çoğalacak. Siz denetim altına almıyorsunuz sadece bu işi kullanıp halkın umutlarını istismar edenlerin önünü açıyorsunuz.”
Gelin bilimsel veriler eşliğinde yapalım
Hekimlerin, bilim insanları tedavi seçeneklerini araştırırken doğan etkilendiklerini söyleyen Prof. Dr. Yılmaz şunları ifade etti: “Sağlık Bakanlığı bu uygulama yaparken uzmanlara sormamasına rağmen biz dermatoloji hekimleri olarak oturduk ve ‘Böyle şeyler yapılıyor, bilimsel değerleri var mı?’ diye rapor hazırladık. Fizik tedaviciler, kardiyologlar, onkologlar ayrı ayrı raporlar hazırladılar ve hepsi Türk Tabipler Birliği tarafından toplanıp Sağlık Bakanlığına gönderildi ve denindi ki ‘Bakın siz çalışıyorsunuz ama böyle bilimsel veriler var. Biz o verileri inkar etmiyoruz. Gelin beraber çalışalım ve şunlar şu şekilde yapılır diye bir hekim imzası kayalım’ denildi ama yanıt alınmadı.”
İlaç zehirdir, herkes hastaya kullanamaz

Hekimin bilgisi dışında alınan her maddenin istenmeyen sonuçlara yol açacağını belirten Prof. Dr. Yılmaz, sözlerini şöyle bitirdi: “İlaç zehirdir… İlaç belli dozda tedavi eder, biraz fazlası zehirdir. Zehirden ilacı ayıran faktör maddenin ayarlanan dozudur. Yılan zehri de ilaçtır. Bu zehrin ölçülü dozu bilimsel verilerle belirlenir. Ciddi çalışmalar sonucu ortaya çıkar. Bunlar hekimlerin konusudur ve bizler bu maddelerin yan etkilerini biliriz ve kontroller altında hastalara veririz. Kontrol haricinde alınan maddeler insanlara zarar verir. Bırakalım hekimler işlerini yapsınlar.”
Prof. Dr Ertan Yılmaz
Hekimliğe 1983 yılında başladı.1989 yılında uzmanlığı aldı. 25 yılı aşkın bir süredir Dermatoloji bölümünde görev yapmaktadır. Akdeniz Üniversitesinde 1992’den itibaren Öğretim Görevlisi olarak görev yapmaktadır. Türk Dermatoloji Derneği (TDD) başkanlığını yapmakta olan Yılmaz aynı zamanda Antalya Tabip Odası başkanlığını yürütüyor. Türk Tabipler Birliği çatısı altında bir arada olan tüm uzmanlık derneklerinin eşgüdümünü, birlikte çalışmasını, uyumunu sağlayan Uzmanlık Dernekleri Eşgüdüm Kurulu’nun Yürütme Kurulu Üyesi olan Yılmaz, Akdeniz Üniversitesi dermatoloji bölümünde görevini sürdürmektedir.